SayfamIza Hoş Geldİnİz!

Sevgi Sanat, bizden en son haberlerin yayınlandığı, özel düşüncelerimizi içeren, paylaşımcı bir ortama sahip kişisel bir günlük ve bir bağlantılar koleksiyonudur. Ana sayfamıza son eklediklerimiz sayesinde ziyaretçilerimiz değişikliklerden haberdar olabilir, yorum yapabilir, sayfa sonlarındaki pencereden e-posta gönderebilir veya bağlantı verebilirler. Nasıl mı? Aşağıdaki “İzleyiciler” bölümünde yer alan “İzle” bağlantısını tıklamak yeterli. İsteyenler ise http://www.sevgibilal.tr.gg/ sitemizi gezebilir, dileyenler de http://www.facebook.com/group.php?v=info&gid=7385371325#/group.php?v=wall&gid=7385371325 facebook grubumuzun sayfalarını gönüllerince turlayabilirler.



2 Ocak 2010 Cumartesi

Hüseyin Zekai Paşa

(1860 – 1919) On sekizinci yüzyılda Osmanlılar, on yedinci yüzyılın toprak kayıpları sonrasında, gerileme döneminde olduklarını kabul etmiş ve imparatorluğu tekrar güçlendirme çalışmalarına girişmişlerdir. Bu bağlamda tek çözümün Batı'ya açılmak olduğunu düşünen Osmanlı, bu dönemde Batı'nın bilgi ve teknolojisinden yararlanmak istemiş; yöneticilerin kurumsal Batılılaşmaya verdikleri öncelik, yeni bir sanat anlayışının yerleşmesine dolaylı da olsa katkıda bulunmuştur.

Bu yüzyılda, matbaanın kullanıma geçirilmesiyle kitap ressamlığına da gerek kalmamış ve böylelikle artık tasvir edilenin malzemesi değişmiş ve boyutları büyümüştür. Yurtdışına elçilerin gönderilmesi sonrasında mimari bezeme programları değişmiş ve duvar resimleri, Batı'nın kaprislerinin özelliklerini de barındırarak bu yeni bezeme içerisindeki yerlerini almışlardır. Aynı dönemde İstanbul'a gelen "Boğaziçi Ressamları" kentte atölye sahibi olmuş ve azınlıklar da bu sanatçılarla ilişkiye geçmişlerdir.

Başlangıçta Pera'da açılan elçiliklerde karşımıza çıkan resim sanatı, kente gelen Oryantalist ressamlarla birlikte ressam-sultan ilişkisini doğurmuş ve bu dönemde resim sanatı sadece sarayla sınırlı kalmayarak Pera ve civarındaki azınlıkların faaliyetleriyle de yayılmaya başlamıştır. Bu dönemde İstanbul'a gelen yabancı ressamlar padişahın portresini yaparak Saray'a sunmuş; II. Mahmud da kendi portresini devlet dairelerine astırarak Fatih Dönemi'nde başlayan ve Nigari ile de farklı bir tekniğe uygulanan geleneği canlandırmış ve taşınabilir resmin yaygınlaşması konusunda önemli bir adım atmıştır.

Sanat eğitimi de, bu dönemde, Batılılaşmanın teknolojik boyutu ile ilişkili olarak başlamıştır. Yeni açılan askeri okulların ve Darüşşafaka'nın müfredatlarında, tamamen estetik dışı bir amaca yönelik olarak resim dersleri yer almıştır. Önce Mühendishane-i Bahri-i Hümayun'un gemi inşaiye sınıfında, ardından Mühendishane-i Berri-i Hümayun'da ve Harbiye Mektebi'nde verilen fenn-i menazır (perspektif) dersleriyle yetişen öğrenciler tuval resminin öncüleri olmuşlardır. Daha sonra kurulan sanayi ve mülkiye mektepleri, idadiler ve Darüşşafaka Lisesi gibi kurumlarda okutulan dersler de yine askeri okullardaki gibi teknik amaca hizmet etmiştir. Ancak ilginç olan, II. Mahmud dönemi reformlarıyla, Enderun Mektebi'nin programında da, askeri okulların bir uzantısı olarak resim derslerinin bulunması ve bu okullarda yapılan resimlerin, İstanbul'a gelen yabancı ressamların çizimleriyle ve çağdaşı Batı'nın kaprisleriyle ilişkili olup, bunların içinde yer alan mimari öğelerin de Osmanlı saray ve köşkleri olmasıdır.

Osmanlı'nın bürokratik bir toplum olmasının doğal bir sonucu olarak, 19. yüzyılda asker kökenli ressamlar ağırlıkta olmuş; Batı anlayışındaki yeni resmin güçlü temsilcileri ise Paris'e gönderilenler olmuştur. Avrupa'ya sanatsal bir etkinliğe katılmak üzere giden ilk Türk padişahı olan ve birçok Avrupalı sanatçıyı sarayına davet ederek saray koleksiyonu için tablolarını alan Abdülaziz döneminde (1861-1876) Paris'e gönderilen Ahmet Ali Paşa (Şeker Ahmet) ve Süleyman Seyyid, Fransa'da, İzlenimcilik öncesi akademik anlayıştan etkilenmiş; natürmortlar ve diğer asker ressamlardan farklı tutulması gereken bir anlayışta manzaralar yapmışlardır. Her ikisi de, akademik bir eğitim almalarına rağmen figür ressamı olmamış; Türk resminde etik boyutu da içeren figürlü anlatımın ve portreciliğin öncülüğünü yapan kişi, aslında Paris'e hukuk eğitimi için gönderilen Osman Hamdi Bey olmuştur.

Osman Hamdi Bey'in asıl önemi, artık "estetik amaçlı" eğitimin verildiği bir kuruma ihtiyaç duyulduğunu anlayarak, 2 Mart 1883 tarihinde Sanayi-i Nefise-i Mektebî Âlisi'ni hayata geçirmesidir. Osman Hamdi Bey öncesinde de böylesi bir girişim yok değildir. 1874 yılında P.D. Guillemet, Abdülaziz'in izniyle Pera'da, Kalyoncu Kulluğu mevkiinde bir resim okulu açmıştır. Daha çok azınlıkların devam ettiği bu okulu, Osman Hamdi Bey'in girişimleriyle kurulan Sanayi-i Nefise-i Mektebî Âlisi izlemiştir. Bu kurumun ilk müdürü olan Hamdi Bey, her ne kadar yıllar sonra Ali Sami (Boyar), "…Ressamlar da az acınacak halde değillerdi. İstanbul san'at âlemine mekteple beraber doğan, mekteple beraber ihtiyarlıyan M.Valeri tamamen alaydan yetişme bir ressamdı (…) Merhum Hamdi Bey bilmem onun nesini beğenmiş te mektebe hoca almıştı…" eleştirisinde bulunsa da, çağdaşlarının figürü tercih etmemeleri ve figür çiziminin yapılmadığı bir akademinin "akademi" olarak nitelenemeyecek olması nedeniyle, kadroda azınlık hocalara görev vermiştir.

Kuşkusuz, bu dönemde sanat ortamının şekillenmesinde katkıda bulunan bir diğer unsur, sergilerdir. Amacı her ne olursa olsun, askeri okulların programlarına alınan resim dersleri, 1832 yılında İstanbul'da yayınlanmaya başlayan ilk Türkçe gazete olan Takvim-i Vekayi ve sonrasında yayınlanan gazetelerde sanat konularına yer verilmiş olması, toplumun ilgisini çekme amaçlı sergilerin düzenlenmesine yol açmıştır. 28 Aralık 1845'te Orecker adlı bir manzara ressamı sarayda bir sergi düzenlemiş; 1863 yılındaki Sergi-i Osmanî'de resim için de bir köşe ayrılmış; 27 Nisan 1873'te ve 1 Temmuz 1875'te Şeker Ahmet Paşa tarafından düzenlenen sergilerle de sanat piyasasının olmasa bile, sanat ortamının temelleri oluşturulmuştur. Bundan sonra, 1876'da Guillemet'nin akademisinde öğrenci çalışmaları sergilenmiş; 1880-1'de azınlıkların kulübü Club de l'ABC (Elifba Kulübü) iki sergi düzenlemiş; bunları 1882-3'te Cormona adlı ressamın sergisi ve İtalyanların balmumu heykel sergisi izlemiştir. 1883 sonrasında her yıl, Sanayi-i Nefise Mektebi'nde yıl sonu sergisi açılmış; Abdullah Biraderlerin fotoğraf atölyelerindeki sergiler, Beyoğlu Passage Orientale sergileri, 1901-03 arasında düzenlenen Salon sergileri, bu zincirin halkalarını oluşturmuştur.

Yirminci yüzyılın başına gelindiğinde, sanat ortamının bir nebze de olsa renklendiği ve henüz İstanbul dışına çıkılamasa da saray dışına çıkılabildiği gözlemlenmektedir. Bunda II. Meşrutiyet'in (1908) getirmiş olduğu ortamın yadsınamaz katkıları olmuştur. Bu dönem, romanların da konu edindiği yanlış Batılılaşma hareketlerine sahne olmuşsa da, yanlış ya da doğru Batılılaşma, sarayın tekelciliğine son vermiş ve buradan akımlaşmalara varılarak bir Türk Resim Sanatı Tarihi oluşturulmuştur.

II. Meşrutiyet ile ivme kazanan çıkışlar, 1909 yılında, Halife Abdülmecid'in manevi koruyuculuğunu yapmış olduğu, Osmanlı Ressamlar Cemiyeti'nin kurulmasını sağlamıştır. 20 Kanunusani (Ocak) 1911 ile Temmuz 1914 arasında yayınlanan ve on sekiz sayıdan oluşan Osmanlı Ressamlar Cemiyeti Gazetesi, cemiyetin yayın organı olmuş; "amaçları, Osmanlı ülkesinde ressamlığın ilerlemesi ve ressamların geleceklerini garanti altına alacak koşulların sağlanması" olan bu cemiyet farklı adlarla günümüze kadar gelmiştir. "Cemiyetin düzenlediği ilk ve tek büyük sergi, 1916 yılında açılan Galatasaray Sergisi'dir. Cemiyetin yazlık Galatasaray sergileri daha küçük boyutlardadır ve 1919 yılından sonra düzenlenmiş olan beş sergi, Türk Ressamlar Cemiyeti tarafından düzenlenmiştir."

Hüseyin Zekai Paşa'nın yaşadığı 19. yüzyıl ortalarından 20. yüzyıl başında 1914 Kuşağı (Çallı Kuşağı) dönemine dek sanat alanındaki gelişmeler yukarıdaki gibi özetlenebilir. Görüldüğü gibi, 1850 sonrasında, imparatorluğun tek sanat merkezi durumundaki İstanbul'da, sanatla ilgilenen farklı kesimlerin ve mesenlerin, sanatçı atölyelerinin varlığı, basının ve eğitim kurumlarının rolü, askeri ve sivil okullardaki sanat eğitimi, sanatçıların yurtdışında almış oldukları sanat eğitimi, sanatçıların kişisel eğilimleri, Pera'da yerleşmiş Levantenler'in, Türkiye'ye gelen ve burada çalışan yabancı sanatçıların katkısı ile oluşan sanat çevresinde oldukça karmaşık bir alt yapı, Germaner'in deyişiyle "bir kaos" izlenmektedir. Yukarıda da değinildiği gibi, bu dönemde Avrupa'da eğitim gören sanatçıların yapıtlarında, aldıkları akademik eğitimin de etkisiyle figür ön plana çıkmaktadır. Gerek Paris'te Jean Leon Gérôme atölyesinde eğitim gören Osman Hamdi Bey, gerek Gérôme ile Courtois atölyelerinde çalışan Halil Paşa portrelere ve figürlü kompozisyonlara yer verirken; Alexandre Cabanel atölyesinde çalışan Süleyman Seyyid Bey ve Gustave Boulanger ile Gérôme atölyelerinde eğitim gören Şeker Ahmet Paşa, figürü ikinci plana itmeyi ve daha ziyade manzaralar ve natürmortlar ortaya koymuştur.

Harbiye mezunu Hüseyin Zekai Paşa, Avrupa'da eğitim görmemiş olmasına karşın manzaraları ve natürmortları ile kendine özgü bir üslup yaratmıştır. 1914 yılında yazmış olduğu Mübeccel Hazineler ve 1919 tarihli Bedâyi-i Asâr-ı Osmaniye adlı kitapları ile sanat tarihi yazıcılığına katkıda bulunan Hüseyin Zekai Paşa, koleksiyonerliği ile de öncü olmuş bir isimdir. 19. yüzyılda Türk Primitifleri olarak bilinen ilk ressamların, figürsüz, sakin, değişmez ve saf bir dünyayı resimlemeleri gibi, Osmanlı resminin minyatürden gerçekçiliğe geçişini temsil eden bir tarzda manzaralar ortaya koyan ancak fotoğrafı yorumlamada daha "ressamca" bir tutum sergileyen Hüseyin Zekai Paşa, geç dönem çalışmalarında açık havada çalışılmış izlenimini veren, belki 1914 Kuşağı'nın Paris'ten dönmesiyle onlardan etkilenen bir biçim dili geliştirmiştir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder